Pazar, Ocak 10, 2010

sevmek!

Sana kendimi nasıl sevdirebilirim. En başından beri bunu düşünüyorum. Açık renk, dalgalı saçlarının kokusunu hiç duymadığım halde düşünüyorum.

Dudağının altındaki beyaz yere hiç dokunmadığım halde. O parkta güneşin altında oturmuş çocukları izlerken sen, ben sana bakıyordum. Dudağının altına. Sonra kendimden utanıyordum, kimsenin bilmemesi gereken kötü büyüler gibi ya saklıyodum ya yok ediyordum.

Sonra geçti bir an için. Anlar hep değişik zaman dilimleri oldu hayatımda. Bir an öncesini düşündüğümde yıllar öncesine dönüyordum.

Bu yüzden artık seni çok düşünmüyorum. Bazen kendimi kaybettiğimde aklıma geliyorsun. O zaman sesini istediğim zaman duyarsın diyor diğeri, istediğin zaman çağırsan gelir, o çağırsa sen gidersin.

Sevgimi verdiklerim. Senin seviştiklerin. Biz bu rüyanın hiç bir yerinde değiliz. Bu yüzden içim hep rahat. Bu yüzden, sana hiç sevgimden bahsetmediğim için ömrüm boyunca benimle olabileceksin, ve böylelikle seni sevgimle öldüremeyeceğim.

Çarşamba, Mayıs 06, 2009

En garip rüyalar...

Affınıza sığınarak gördüğüm bir rüyanın hikayesini yazdım ve paylaşmak istedim...

Aslında...

Uyanması gereken saatten bir saat erken uyanıp acele ile evden çıktı. O saatte dışarıda olmanın yasak olduğunu bile bile saklanarak köprünün başına kadar hızlıca yürüdü. Güneş bildiğinden çok daha beyazdı, belki de sabaha çöken sis şehri böylesine beyaz yapıyordu. Köprünün üzerine çıktığında onları gördü. Dışarı çıkmayı yasaklayanları...

Bu varlıklar yaklaşık iki metre boyunda, iri kemikli bedenlere, büyük ve elmacık kemikleri aşırı çıkık yüzlere sahiplerdi. Elleri o kadar kocamandı ki insanı tiksindiren iki tane beyaz ahtapota benziyordu. Üzerlerine giydikleri beyaz elbiseler ve güneşlikleri hayli geniş şapkalarından yere kadar sarkan tüllerle yerden en az yirmi santimetre yukarıda süzülerek ilerliyorlardı. Hepsi birbirinin aynıydı, onları böyle havada seyrederken, cinsiyetsiz ya da tek bir cinse mensup zannedebilirdiniz fakat emin olun hepsinin cinsiyetleri farklıydı. Gözlerindeki boş ve ölü bakışlarla tüm şehrin üzerinde uçuyor ve doğan güneşle birlikte hepsi yuvalarına doğru gidiyordu.

Şaşkınlıkla, köprüden bu varlıkları seyrederken kendini unuttu. Beyaz elbisesi ve şapkasından sarkan tülleri uçuşarak bir tanesi ona doğru hızla yaklaştı. Varlığın yüzündeki kızgınlığı görebiliyordu. O kadar korktu ki yerinden kıpırdayamadı. Kocaman ellerini onu yere yıkacak gibi açmış yaklaşan varlıktan son anda koşmayı akıl ederek kurtuldu. Bu sadece bir şanstı, çünkü bu beyaz yaratıklar istediklerinde çok hızlı uçabilirlerdi.

Gideceği yere koşarken yolunu kaybetmekten korktu. Çünkü bazen sis yolları tamamen kapatmış ve yön duygusunu yok etmişti. Nefesini toparlayıp yemekhanenin önünde durdu. Camları buğulanmış büyük ve tek katlı yapının kapısında ellerini yüzüne siper ederek içeri baktı. Kimse yoktu. Onunla buluşmak için sözleştiği arkadaşının orada olmadığını anladığında içini nedensiz bir üzüntü kapladı. Arkadaşıyla buluşmak için bu tehlikeyi göze almıştı. Kapının iki yanında bulunan banklardan soldakine oturup beklemeye başladı. Güneş artık sıcak ve sarı yüzünü göstermeye başlamıştı fakat şehir hala aşırı sessizdi. Kuşlar bile henüz cıvıldamıyordu. Yemekhanenin önünde uzanan yaklaşık elli metrelik çimenliğe baktı. Sanki bütün çimenler buz tutmuş gibiydi.

Tekrar içeri bakmak için kapıya yöneldi. Cama kafasını dayamış nefesinin oluşturduğu buğuyu seyrederken tam arkasından gelen bir sesle irkildi. Dönüp baktığında arkadaşının gelmekte olduğunun hayali geçti bir an aklından ama gördüğü manzara aslında beklediği şeye benzemiyordu. Çimenliğin ortasına doğru açılmış bir çukur gördü ve başında dikilen yaşlıca bir adam... İnsanların dışarı çıkmasına sadece bir kaç dakika kalmıştı. Neler olduğunu anlamak için çukura doğru yürüdü. Yaklaştıkça bunun bir metreye iki metre ebadında açılmış ve etrafında kazılan toprakların olmadığı çok düzgün bir mezar olduğunu anladı. Başındaki adamında dedesi...

Dedesini onbeş sene önce akciğer kanserinden kaybetmişti. Şimdi bulduğuna çok sevindi ama o beyaz varlıkların onu kandırdığını düşünüp çok da korktu. Mezar ise onu sadece çok heyecanlandırmıştı. Hayatının şu anından sonrasının ne olacağını kestiremediği için belkide, mezara değil dedesinin gerçek olup olmadığına odaklanmıştı. Uzun boylu, ince yapılı ve üstünde hep hatırladığı kıyafetleri vardı. (Aslında iri bir erkek olan dedesini son gördüğünde kanser yüzünden aşırı kilo vermiş, altında koyu kahverengi bir pantalon, üzerinde daha tatlı bir kahverengi tonda klasik bir hırka ve onun içinde de doygun sarı renkte bir gömlek vardı.) Yüzünü iyice seçip gerçekten o olduğuna karar verdikten sonra dedesi onun yüzüne hiç bakmadan aşağı iniyoruz deyip mezarı gösterdi. İçeri baktığında orada sanki bir evin tavanından aşağı bakıyormuş gibi hissetti. Aşağıyı incelerken dedesinin inmiş olduğunu ve yine yüzüne hiç bakmadan konuştuğunu duydu;
Artık buradasın ve buradaki rehberin benim!
Kendini çok tuhaf hissetmişti. Ölmüşmüydü? Öyle hissetmiyordu ya da daha önce ölmediği için (ölse bile hatırlamadığı için) yaşadığı bu hisse anlam veremiyordu. Uzun ve kese kağıdı rengindeki geniş bir koridordan kısa bir yürüyüş yapıp sağlı sollu ayrılan diğer koridorlardan ilk soldakine girdiler. Daha kısa bir koridorun tam karşısında içi parlak ışıkla kaplı bir kapı görünüyordu. Tam sağında ise kapısı içeri doğru açılmış ve bu yüzden odanın içini göremediği başka bir yer daha vardı. Gördüğü yerde geniş bir tezgahın başında bir işle uğraşan yaşlıca bir kadın gördü. Dedesi bir kaç adım arkasında kalmıştı. Odaya girmek için bir adım attı fakat sarı kısa saçları olan ve yaşından çok daha dinç ve seri hareket eden kadın onu durdurdu. Odanın içinden, kapının açıldığı ve görmediği yerden karşı duvara yansıyan gölgeler gördü. Işığın önünden çok hızlı geçen yüzlerce gölge. Kalabalık bir otoban gibiydi gördüğü şey ama aynı zamanda çok da sessizdi. Dedesine doğru dönüp;
Bunlar ne? diye sordu
Dedesi mantıklı bir cevap arar gibi gözlerini yere sabitledi. O sırada kapının arkasından bir metre boyunda saçları ve vücudunu yer yer kaplayan uzun kırmızı tüyleri olan bir kadın kısa bacaklarından beklenmeyen bir çeviklikle koridorun sonundaki parlak odaya kaçıverdi. Dedesi bu duruma şaşırmış görünmüyordu. Kız parlak odaya doğru adım atarken şu sözleri duydu;
Onlar tekamülünü tamamlayamamış ruhlar...

Gözlerini alan parlaklıktan sıyrılıp nerede olduğunu anlamaya çalışırken bir bahçede olduğunu farketti. Çok büyük sayılmayan ve eşit olarak dörde bölünmüş kare bir bahçenin ortasında durduğunu anladı. Bahçelerin dördünde de farklı bir mevsim yaşıyordu. Birinde lapa lapa kar yağıp ağaçları örtmüşken, diğerinde güneş çimenleri sarartmıştı. Diğerinde yağmur yağıyordu ve ağaçların diplerinde ıslak sarı yapraklar vardı. En güzeli ise rengarenk çiçekleri, yine bir çok farklı renkte neşeyle ötüşen kuşları ile bahar bahçesiydi. Sanki başka bir yerde yapılıp sonradan oraya getirip konmuş gibi bir düzlüğün üzerinde duruyordu.

Etrafa baktı... Kıpırdayamıyordu...Başını sağa ve sola çevirdiğinde arkasında büyük siyah bir şeyin durduğunu görebiliyordu. Zorla kıpırdayıp arkasını dönebildi. Orada gördüğü şey bütün yaşadıklarından daha fazla korkuttu onu. Bir monitörün içinden başka bir odadaki insanlara bakıyordu. Bir koltukta oturmuş iki kadın ve iki de erkek. Dedesini hissetti yanında, onu görmedi ama sesini duydu;
- Onlar; annen,baban, kardeşin ve bu programın yaratıcısı...

Perşembe, Mart 12, 2009

işsiz melek :)

bir yandan yaşamak bir yandan ölmek mi hayat? yaşamaya çalışırken ölmeye doğru gitmek... kim bilir kaç kişi çok sevdiği bir şeyini bir anda, hiç beklemediği bir anda kaybediverdi. acısı çok büyüktür... herkes bir şekilde bunu tatmıştır ve aşağı yukarı karşısındakinin ne hissettiğini bilir...
fakat her zaman depresif ya da ciddi olmak gerekmez :D onun için sizi biraz da şöyle alalım İşsiz Günlüğü blogum bir süredir yayında (işsiz kaldığımdan beri) ziyaretlerinizi beklerim ve iyi bir haber (en azından benim için) kitaba devam ediyorum. her gördüğüm şey bana biraz daha ilham veriyor.


İşsiz Günlüğü

Çarşamba, Mart 04, 2009

Beni duyan varsa hala bir soru sormak istiyorum...

Soru:
Sizce gelecekte, yani çok uzak gelecekte bir gün, herkes kendi işine bakarken ve dünya kurulduğu üzere çarkında dönüp dururken, hiç kimse bir diğerinin gözlerinin içine bakmayacak mı?

Salı, Mart 03, 2009

Azize Melek'in kararları

Öncelikle kendimi kitaba devam edemediğim için çok kötü hissettiğimi söylemeliyim. Belkide hiç bitmeyecek... Fakat kafamda tüm kitap bitmiş halde dururken gerçek hayat denen salak nane yazmamı engelliyor. Sorgusuz sualsiz bir şekilde kendimi içinde bulduğum bu boşluk, belkide programlı yaşarsam yazmaya daha çok fırsat yaratabilirim. Eğer takip eden varsa teşekkür ediyorum, desteklerinizi bekliyorum...

Salı, Şubat 17, 2009

Sokağa Çık!

Bir süredir yayında olan ve ilgiyle takip ettiğim bir site var Sokağa Çık! yakın arkadaşlarımdan böcek'e ait olan site de Türkiye ve dünya'dan bir çok sokak sanatı örneği; grafitti, stencil ya da sokağa çizilmiş, boyanmış herşeyi bulabilirsiniz... Bilginize...

sevgiyle

Pazartesi, Şubat 16, 2009

asla bitmesini istemediğiniz cümleler gibi...

"Bana bir öykü anlat..." dedi. "Bana bir öykü anlat... Bana öyküler anlat... Bana her şeyi anlat. Artık konuşulmayan dillerde konuş benimle. Artık anlatılmayanları anlat. Kimsenin duymak istemediklerini, kimsenin duymaya vakti olmadıklarını anlat. Bana seni sorsunlar, nasıl biri desinler. Ben onlara 'Çok güzel öyküler anlatan biri,' diyeyim, 'çok güzel öyküler anlatan biri olduğu için onu çok seviyorum,' diyeyim. Artık kimsenin kimseyi sevmediği nedenlerle seveyim seni. Bana o nedenleri göster, bana ruhunu göster. Bana gene seni sorsunlar, yani nasıl biri desinler, ben onlara, 'Ruhunu gördüm,' diyeyim, 'gördüğüm en güzel ve gördüğüm ilk ruhtu, bu yüzden görür görmez âşık oldum...' diyeyim."

("Hüzünlü Bir Aşk Hikayesi" - L. Gülden Treske, "Sinemadan Çıkanlara Öyküler" kitabından)

Ayrıca Çekme Kaset blogundan Çetin Cem'in bir yazısından