Çarşamba, Mayıs 06, 2009

En garip rüyalar...

Affınıza sığınarak gördüğüm bir rüyanın hikayesini yazdım ve paylaşmak istedim...

Aslında...

Uyanması gereken saatten bir saat erken uyanıp acele ile evden çıktı. O saatte dışarıda olmanın yasak olduğunu bile bile saklanarak köprünün başına kadar hızlıca yürüdü. Güneş bildiğinden çok daha beyazdı, belki de sabaha çöken sis şehri böylesine beyaz yapıyordu. Köprünün üzerine çıktığında onları gördü. Dışarı çıkmayı yasaklayanları...

Bu varlıklar yaklaşık iki metre boyunda, iri kemikli bedenlere, büyük ve elmacık kemikleri aşırı çıkık yüzlere sahiplerdi. Elleri o kadar kocamandı ki insanı tiksindiren iki tane beyaz ahtapota benziyordu. Üzerlerine giydikleri beyaz elbiseler ve güneşlikleri hayli geniş şapkalarından yere kadar sarkan tüllerle yerden en az yirmi santimetre yukarıda süzülerek ilerliyorlardı. Hepsi birbirinin aynıydı, onları böyle havada seyrederken, cinsiyetsiz ya da tek bir cinse mensup zannedebilirdiniz fakat emin olun hepsinin cinsiyetleri farklıydı. Gözlerindeki boş ve ölü bakışlarla tüm şehrin üzerinde uçuyor ve doğan güneşle birlikte hepsi yuvalarına doğru gidiyordu.

Şaşkınlıkla, köprüden bu varlıkları seyrederken kendini unuttu. Beyaz elbisesi ve şapkasından sarkan tülleri uçuşarak bir tanesi ona doğru hızla yaklaştı. Varlığın yüzündeki kızgınlığı görebiliyordu. O kadar korktu ki yerinden kıpırdayamadı. Kocaman ellerini onu yere yıkacak gibi açmış yaklaşan varlıktan son anda koşmayı akıl ederek kurtuldu. Bu sadece bir şanstı, çünkü bu beyaz yaratıklar istediklerinde çok hızlı uçabilirlerdi.

Gideceği yere koşarken yolunu kaybetmekten korktu. Çünkü bazen sis yolları tamamen kapatmış ve yön duygusunu yok etmişti. Nefesini toparlayıp yemekhanenin önünde durdu. Camları buğulanmış büyük ve tek katlı yapının kapısında ellerini yüzüne siper ederek içeri baktı. Kimse yoktu. Onunla buluşmak için sözleştiği arkadaşının orada olmadığını anladığında içini nedensiz bir üzüntü kapladı. Arkadaşıyla buluşmak için bu tehlikeyi göze almıştı. Kapının iki yanında bulunan banklardan soldakine oturup beklemeye başladı. Güneş artık sıcak ve sarı yüzünü göstermeye başlamıştı fakat şehir hala aşırı sessizdi. Kuşlar bile henüz cıvıldamıyordu. Yemekhanenin önünde uzanan yaklaşık elli metrelik çimenliğe baktı. Sanki bütün çimenler buz tutmuş gibiydi.

Tekrar içeri bakmak için kapıya yöneldi. Cama kafasını dayamış nefesinin oluşturduğu buğuyu seyrederken tam arkasından gelen bir sesle irkildi. Dönüp baktığında arkadaşının gelmekte olduğunun hayali geçti bir an aklından ama gördüğü manzara aslında beklediği şeye benzemiyordu. Çimenliğin ortasına doğru açılmış bir çukur gördü ve başında dikilen yaşlıca bir adam... İnsanların dışarı çıkmasına sadece bir kaç dakika kalmıştı. Neler olduğunu anlamak için çukura doğru yürüdü. Yaklaştıkça bunun bir metreye iki metre ebadında açılmış ve etrafında kazılan toprakların olmadığı çok düzgün bir mezar olduğunu anladı. Başındaki adamında dedesi...

Dedesini onbeş sene önce akciğer kanserinden kaybetmişti. Şimdi bulduğuna çok sevindi ama o beyaz varlıkların onu kandırdığını düşünüp çok da korktu. Mezar ise onu sadece çok heyecanlandırmıştı. Hayatının şu anından sonrasının ne olacağını kestiremediği için belkide, mezara değil dedesinin gerçek olup olmadığına odaklanmıştı. Uzun boylu, ince yapılı ve üstünde hep hatırladığı kıyafetleri vardı. (Aslında iri bir erkek olan dedesini son gördüğünde kanser yüzünden aşırı kilo vermiş, altında koyu kahverengi bir pantalon, üzerinde daha tatlı bir kahverengi tonda klasik bir hırka ve onun içinde de doygun sarı renkte bir gömlek vardı.) Yüzünü iyice seçip gerçekten o olduğuna karar verdikten sonra dedesi onun yüzüne hiç bakmadan aşağı iniyoruz deyip mezarı gösterdi. İçeri baktığında orada sanki bir evin tavanından aşağı bakıyormuş gibi hissetti. Aşağıyı incelerken dedesinin inmiş olduğunu ve yine yüzüne hiç bakmadan konuştuğunu duydu;
Artık buradasın ve buradaki rehberin benim!
Kendini çok tuhaf hissetmişti. Ölmüşmüydü? Öyle hissetmiyordu ya da daha önce ölmediği için (ölse bile hatırlamadığı için) yaşadığı bu hisse anlam veremiyordu. Uzun ve kese kağıdı rengindeki geniş bir koridordan kısa bir yürüyüş yapıp sağlı sollu ayrılan diğer koridorlardan ilk soldakine girdiler. Daha kısa bir koridorun tam karşısında içi parlak ışıkla kaplı bir kapı görünüyordu. Tam sağında ise kapısı içeri doğru açılmış ve bu yüzden odanın içini göremediği başka bir yer daha vardı. Gördüğü yerde geniş bir tezgahın başında bir işle uğraşan yaşlıca bir kadın gördü. Dedesi bir kaç adım arkasında kalmıştı. Odaya girmek için bir adım attı fakat sarı kısa saçları olan ve yaşından çok daha dinç ve seri hareket eden kadın onu durdurdu. Odanın içinden, kapının açıldığı ve görmediği yerden karşı duvara yansıyan gölgeler gördü. Işığın önünden çok hızlı geçen yüzlerce gölge. Kalabalık bir otoban gibiydi gördüğü şey ama aynı zamanda çok da sessizdi. Dedesine doğru dönüp;
Bunlar ne? diye sordu
Dedesi mantıklı bir cevap arar gibi gözlerini yere sabitledi. O sırada kapının arkasından bir metre boyunda saçları ve vücudunu yer yer kaplayan uzun kırmızı tüyleri olan bir kadın kısa bacaklarından beklenmeyen bir çeviklikle koridorun sonundaki parlak odaya kaçıverdi. Dedesi bu duruma şaşırmış görünmüyordu. Kız parlak odaya doğru adım atarken şu sözleri duydu;
Onlar tekamülünü tamamlayamamış ruhlar...

Gözlerini alan parlaklıktan sıyrılıp nerede olduğunu anlamaya çalışırken bir bahçede olduğunu farketti. Çok büyük sayılmayan ve eşit olarak dörde bölünmüş kare bir bahçenin ortasında durduğunu anladı. Bahçelerin dördünde de farklı bir mevsim yaşıyordu. Birinde lapa lapa kar yağıp ağaçları örtmüşken, diğerinde güneş çimenleri sarartmıştı. Diğerinde yağmur yağıyordu ve ağaçların diplerinde ıslak sarı yapraklar vardı. En güzeli ise rengarenk çiçekleri, yine bir çok farklı renkte neşeyle ötüşen kuşları ile bahar bahçesiydi. Sanki başka bir yerde yapılıp sonradan oraya getirip konmuş gibi bir düzlüğün üzerinde duruyordu.

Etrafa baktı... Kıpırdayamıyordu...Başını sağa ve sola çevirdiğinde arkasında büyük siyah bir şeyin durduğunu görebiliyordu. Zorla kıpırdayıp arkasını dönebildi. Orada gördüğü şey bütün yaşadıklarından daha fazla korkuttu onu. Bir monitörün içinden başka bir odadaki insanlara bakıyordu. Bir koltukta oturmuş iki kadın ve iki de erkek. Dedesini hissetti yanında, onu görmedi ama sesini duydu;
- Onlar; annen,baban, kardeşin ve bu programın yaratıcısı...

Perşembe, Mart 12, 2009

işsiz melek :)

bir yandan yaşamak bir yandan ölmek mi hayat? yaşamaya çalışırken ölmeye doğru gitmek... kim bilir kaç kişi çok sevdiği bir şeyini bir anda, hiç beklemediği bir anda kaybediverdi. acısı çok büyüktür... herkes bir şekilde bunu tatmıştır ve aşağı yukarı karşısındakinin ne hissettiğini bilir...
fakat her zaman depresif ya da ciddi olmak gerekmez :D onun için sizi biraz da şöyle alalım İşsiz Günlüğü blogum bir süredir yayında (işsiz kaldığımdan beri) ziyaretlerinizi beklerim ve iyi bir haber (en azından benim için) kitaba devam ediyorum. her gördüğüm şey bana biraz daha ilham veriyor.


İşsiz Günlüğü

Çarşamba, Mart 04, 2009

Beni duyan varsa hala bir soru sormak istiyorum...

Soru:
Sizce gelecekte, yani çok uzak gelecekte bir gün, herkes kendi işine bakarken ve dünya kurulduğu üzere çarkında dönüp dururken, hiç kimse bir diğerinin gözlerinin içine bakmayacak mı?

Salı, Mart 03, 2009

Azize Melek'in kararları

Öncelikle kendimi kitaba devam edemediğim için çok kötü hissettiğimi söylemeliyim. Belkide hiç bitmeyecek... Fakat kafamda tüm kitap bitmiş halde dururken gerçek hayat denen salak nane yazmamı engelliyor. Sorgusuz sualsiz bir şekilde kendimi içinde bulduğum bu boşluk, belkide programlı yaşarsam yazmaya daha çok fırsat yaratabilirim. Eğer takip eden varsa teşekkür ediyorum, desteklerinizi bekliyorum...

Salı, Şubat 17, 2009

Sokağa Çık!

Bir süredir yayında olan ve ilgiyle takip ettiğim bir site var Sokağa Çık! yakın arkadaşlarımdan böcek'e ait olan site de Türkiye ve dünya'dan bir çok sokak sanatı örneği; grafitti, stencil ya da sokağa çizilmiş, boyanmış herşeyi bulabilirsiniz... Bilginize...

sevgiyle

Pazartesi, Şubat 16, 2009

asla bitmesini istemediğiniz cümleler gibi...

"Bana bir öykü anlat..." dedi. "Bana bir öykü anlat... Bana öyküler anlat... Bana her şeyi anlat. Artık konuşulmayan dillerde konuş benimle. Artık anlatılmayanları anlat. Kimsenin duymak istemediklerini, kimsenin duymaya vakti olmadıklarını anlat. Bana seni sorsunlar, nasıl biri desinler. Ben onlara 'Çok güzel öyküler anlatan biri,' diyeyim, 'çok güzel öyküler anlatan biri olduğu için onu çok seviyorum,' diyeyim. Artık kimsenin kimseyi sevmediği nedenlerle seveyim seni. Bana o nedenleri göster, bana ruhunu göster. Bana gene seni sorsunlar, yani nasıl biri desinler, ben onlara, 'Ruhunu gördüm,' diyeyim, 'gördüğüm en güzel ve gördüğüm ilk ruhtu, bu yüzden görür görmez âşık oldum...' diyeyim."

("Hüzünlü Bir Aşk Hikayesi" - L. Gülden Treske, "Sinemadan Çıkanlara Öyküler" kitabından)

Ayrıca Çekme Kaset blogundan Çetin Cem'in bir yazısından

Perşembe, Şubat 12, 2009

musik ruyalarımda





StAngel on dA


StAngel'ın hayata bakarken hissettiklerini anlattığı bazen eğlenceli bazen garip ya da anlamsız çağrışımlarla dolu dünyasının çok küçük bir kısmı kendine kendine yaşıyor. Dünyanın en büyük sanat galerisi deviantArt üzerinde bulunan çalışmalar her an üzerinize saldırabilir. Buradan buyurun

Pazartesi, Ocak 12, 2009

Bu ayaklarla mı koştun?

Elindeki bardağı tezgaha bıraktı. Soluk mavi ışıkların aydınlattığı geniş mutfakta gözlerini kapatıp bekledi. Bardaktaki bulanık sudan bir kaç yudum daha aldı. Suyun buruk oksitli tadını bir türlü sevememişti. Keyifsiz bir yüz ifadesiyle bir şeyler arar gibi etrafında bakındı. Kendinden emin durmuyordu, öyle ki sadece bu yüzden iki işten çıkarılmıştı. Çünkü bazen kendinden üstün gördüğü insanlara karşı dimdik duramıyordu. Son işinde Kadıköy'de küçük bir restoranda garson olarak çalışmıştı. Sanat Akademi'sini bitirdikten sonra kendini ifade edecek bir alan yaratamamıştı hiç. Bu yüzden kendini ifade etmekten vazgeçmiş ve sadece yaşamaya çalışmıştı. Müşteriler ve kendini beğenmiş bir patronla geçen üç günün ardından, dükkanın bulunduğu sokağa bile girmemeye yemin etmişti. Sonradan işten ayrıldığına çok pişman olmuştu, ama o işe bir daha gitmeyeceğini bilmek ona büyük bir mutluluk vermişti.
Daha sonra annesiyle yaptığı konuşmalarda ondan bir sürü laf işitmişti. Annesi her zaman "İstanbul'da bir iş bulduysan bırakmamalısın" derdi.  Zaten İstanbul'a gitti gideli hiç bir işe yaramıyordu annesine göre. Ailesinden ayrıldığı günden beri her türlü işte çalışmıştı, ayrıca tüm iş yükünün yanında birde okulunu bitirmişti. Kendi işini yapmıyor olması ailesini çok üzmüştü fakat, Azize çocukluğundan beri özgürlüğüne düşkün ve dik başlı olduğundan hiç kimse ona ses çıkarmamıştı. Annesinden başka...

 İşsiz kaldığı bir ay boyunca zor günler geçirmişti ve bu günlerde tek destekçisi ev arkadaşıydı. Bu adam onunla aynı yaşta hayata bakışıyla ona eskiyi, ailesini hatırlatan, güleryüzlü ve onu anlayan, gerçekten tanıyan biriydi. Ortalama bir boya sahip, hafif ama ona çok yakışan göbeği, siyah saçları ve sakallarının çevrelediği yuvarlak yüzünde her zaman bir gülümseme olan bir adamdı. Adı ona ve kişiliğine yakışıyordu. Can... Uzun zamandır birliktelerdi. Aynı şeyleri yapar, aynı insanlarla görüşürlerdi. Zor zamanlarda birbirlerine sarılıp ağlar, mutlu olduklarında büyük kahkahalar atarlardı. Can'a sarıldı.'Belki bu akşam gelemem' dedi. 'Taksim'e gideceğim, orada bir arkadaşımla birşeyler içeceğiz. Sen yinede çok sıkılırsan ara canım. Tamam, dedi Can, ama beni habersiz bırakma Azize.
Yeni dünyanın getirdiği tuhaf bir eğlence. İnternetin hayatımıza girmesiyle herkes kendini anlatan bir lakap buldu. Kızınki Azize Melek'ti, kendini öyle saf ve güçlü görmek istediğinden böyle bir lakap seçmişti. Bir aziz kadar kutsal ve bir melek kadar güzel olmak için...

Kışın ortasında, eski kıyafetleri ve ayağında en rahat ayakkabılarıyla kendini dışarı atmıştı, gerçi artık İstanbul'da her mevsim kış gibiydi. Bazen ağustos ortalarında hava biraz ısınıyordu. İstanbul Boğazı'nda sular yükselmeye başladığından beri herkes tepelere kaçmıştı. Güneş eskiye göre karanlık olarak doğduğunda, tenleri güneş görmemiş bembeyaz insanlar dışarı çıkıyorlardı. Etlerinde buz gibi havanın yarattığı griliği atmak için sessizce gözlerini kapatıp güneşe doğru, tepelerde öylece duruyorlardı. Küresel ısınmanın ve iklimsel soğumanın başladığı ikibinli yılların başında kışlar yağışsız ama yinede soğuk geçerdi. Bahara doğru güneş görünürdü. Yağmur yağar, ağaçlar çiçek açar ve doğanın canlanmasıyla insanlar daha parlak gözlerle etraflarına bakarlardı. Yıllar geçtikçe güneşi daha az görünür oldu. İnsanların gözleri parlayamayacak kadar karardı. İnsanlar azaldı. İstanbul'un kıyı şeridi neredeyse tamamen sular altında kaldı. Kurtarılan ender bölgelerden biri Haliç'ti. Bir zamanlar insanların etrafında dolaştığı güzel yeşil alanlar olan bölge neredeyse tamamen yok olmuştu. Şehrin yükseldiği diğer bölgelere göre burası şehirdeki kötülüklerin annesiydi artık. 

Evden dışarı çıktığında hava henüz sıfırın altına düşmemişti. Onun morali neredeydi bilmiyordu. Otuz yaşına yaklaşırken hiç bu kadar yakın hissetmemişti kendini ölüme. O gece Yara'ya gidecekti ve oradan canlı çıkmayacaktı. Taksime giden trene bindiğinde, hava kararmıştı çoktan. Kafasına öylesine geçirdiği beresini eline alıp bir yumak haline getirdi ve parkasının cebine koydu. Trene binerken ayağına basan adama kötü bir küfür savurdu. Kimse bakmamıştı, bakmazdı. Trene çırılçıplak binen biri insanların arasında öyle dolaşabilirdi ve kimse ona aldırmazdı. 

Ayağı öyle acımıştı ki, iki sene önce yine çok parasız bir dönemde kendi isteğiyle gidip özel bir laboratuarda denek olmayı kabul etmişti. Orada bir çok deneye maruz kalmıştı. Onlardan biri ayaklarında yaralar oluşmasına neden olmuştu. Amaç sualtında nefes almayı sağlamaktı ve uzun saatler süren bir operasyonla ayaklarının iki yanında balık solungaçlarına benzeyen iki tane önceden açık yara olan şimdi ise iki yara izine dönüşmüş  yarıklar vardı. Deney başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Bu yüzden bir çok kere boğulma tehlikesi atlatmış ve damarlarından bir kaçını kaybetmişti. Bir süre yürüyememişti ve laboratuarda kaldığı üç ay boyunca kendini çok yalnız ve mutsuz hissetmişti. Şimdi bu durumda olmasının belkide en büyük nedeni kendini böyle değersiz görüp; hayattan, dünyadan ve aşktan uzaklaşmasıydı. Geçen iki sene boyunca deneyler sürmüş, geceler boyu karanlık ve soğuk laboratuar odasında ölmek için dua etmişti. O zamanlar hala biri gelip onu kurtaracak gibi geliyordu.
Her zaman hayaller kurardı; onu deney üzerinde gören yakışıklı bir doktor gelir ve Azize'ye asla bunları haketmediğini söylerdi. Onun anlaşması olduğunu söyleyen diğer doktorlara karşı koyar, güvenlikleri aşıp koşarak oradan kaçarlardı. Sonrası hep mutlu olurdu hatta bir bebeği olduğunu bile düşünürdü. Onu büyüttüğünü ayağındaki yarıkların nasıl oluştuğunu anlattığı akşamların hayalini kurardı. Geceleri sarılır uyurdu doktora...

Tren Taksim'e vardı. Aşırı kalabalık bir insan güruhu merdivenlere doğru yöneldiler. Sıradan bir Cumartesi akşamı manzarası... İnsanların hepsinin trenden inmesini bekledi. En son o çıktı trenden, karanlık koridorlardan geçip yürüyen merdivenlere doğru yöneldi. Duvarlardaki küflere baktı. Herşey bir yerlerde kendine yaşam alanı açıyor. Sanki neşeyle üreyip duruyorlardı. Yok olacaklarını düşünmeden kendilerini bırakıyorlardı. O ise hep ölümü düşünür olmuştu. Yok olmayı, kimsenin onu hatırlamadığı bir zamanda bambaşka bir yerde yeniden doğmayı... Taksim Meydanı'na çıktığında hava neredeyse eksi yirmi derece olmuştu. Cebinden beresini çıkarıp kafasına geçirdi yine. Eski otelin önünde ne tarafa gideceğini düşünürken sağda İstiklal Caddesi'ne bakıyor sonra başını sola çevirip sanat merkezinden çıkan kadınları izliyordu. Kibarlıkları, zarif elbiseleri ve incecik ayaklarına giydikleri parlak topuklu ayakkabılarıyla onları bekleyen arabalara doğru yürüyorlardı. 

Eğilip ayaklarına baktı. Büyük ayakkabılı bir azize... Asla öyle giyinemeyecekti. Eğer öyle giyinirse ayağına ya ayakkabı giymemesi ya da şimdi ayağında olan ve ayaklarını olduğundan oldukça büyük gösteren şeyleri giymesi gerekirdi. Çok çirkin bir görüntü olacağını düşündü. Zaten kim onu oraya davet ederdi ki? İstiklal Caddesi'ne doğru yürümeye başladı. Eskiden tarihi olan yapılar şimdi yok olmuş yerine yine yeni dünyanın icadı büyük karton dekorları andıran o eski binaların resimleri konmuştu. Asla o eski havayı vermiyordu. Hiç bir şey organik değildi. Kağıtlara basılmış bir İstanbul, ayrıca soğuk. Gerçekten taştan daha soğuk...

Yeni açılmış bir klüpte başından beri sahneye çıkan bir grup vardı. Adı Karantina olan bu grup ismini solistinden alıyordu. Bu adam, annesi başka bir galaksiden gelmiş babası ise İstanbullu olan bir ailenin çocuğuydu. Diğer galaksilerden göç kabul eden bütün dünya şehirleri gibi İstanbul'da da melez çocuklar dünyaya gelmiş ve aramıza karışmışlardı. Galaksi varlıkları, insanlarla iyi anlaşmış bizimle birlikte heryerde herşeyi paylaşır olmuşlardı. Devlet dairelerinde, bankalarda, hastanelerde heryerde varlardı ve giderek çoğalıyorlardı. Karantina söylenene göre etkileyici bakışlarıyla ve güzel şarkılarıyla sahneye çıktığı gecelerde kulübü dolduran kızlardan birini seçiyor ve geceyi onunla geçiriyordu.

Kulüpten içeri girerken kapıda güvenlikler ona şöyle bir baktılar. Gülümseyebildi ve hızlı adımlarla bara doğru yürüdü. Kulüp tıklım tıklım doluydu. Pullu giysileriyle ortada dolaşan kızlar, hepsi birbirinden ilginç melez garsonlar, içinden dumansı bir sevişme kokusu yayılan küçük kırmızı localarıyla bu aralar İstanbul'un en rağbet gören barıydı 0BIN. Barın sahibi İstanbul'un en zengin melezlerinden biriydi, yeşil parlak derisi ve kırmızı gözleriyle ilk bakışta korkutucu görünsede konuşmaya başladığında insanda aşağıdan başlayıp yukarılara doğru yayılan orgazmik dalgalar yaratırdı. Adı Kostik olan bu adam İstanbul eğlence dünyasının patronlarından biriydi.


 Bardan yanında bir kadınla kalkan adamdan boşalan iki sandalyenin birine oturdu. Ona doğru yürüyen barmene bakmadan buzlu votka istiyorum, dedi. Bir kaç dakika gürültüyü dinledi, sonra votkası geldi. Votkasını yudumlarken bir sessizlik oldu. Farkında olmadan sahneye doğru baktı. Karantina ve grubu sahneye çıkmışlardı. O an onu gördü ve belki bu gece ölmem diye düşündü. İçinde hissettiği ısınma ve votkanın baş döndürmesiyle Karantina'yı izledi. Bazen gece güzel sürprizler verirdi insana, Karantina'nın sesi gibi... Bozuk diliyle söylediği şarkılar kanında dolaşan votkaya karışıyor. Alkolün etkisinden mi yoksa tekrar aşık olduğundan mıdır bilinmez kalbi yine umutsuzluğa sürükleniyordu. 

Boyu neredeyse iki metreydi. Teninde maviye çalan bir grilik vardı. Gözleri simsiyah, saçları dalgalı ve gürdü. Başka bir dünyaya ait olduğu belliydi. Bu hissi veren görünüşü değildi sanki, etrafına bakıyordu. Birilerini inceliyordu, gülümsüyordu. Kimsenin artık görmek istemediği, farketmediği insani duygularımızı hissetmeye çalışıyor. Söylediği şarkıların sözlerine yazıyordu aradığını. Azize'ye baktı, seviyor gibi, beklediği adammış gibi. İçi umutla doldu, ama hayatındaki diğer deneyimleri hatırladı ve böyle yapan insanların aslında tek derdinin karşılarındaki her kimse onunla eve gitme çabası olduğunu düşündü. Daha fazla Karantina'ya bakamadı ve tekrar barmene döndü. Altıncı votkasını istedi ve birkaç yudumda bitirdiğinde sarhoş olmuştu. Belki sarhoşken ölse pek de acı çekmezdi. Bir sigara daha yaktı ve barda dizilmiş şişelerin üzerine yansıyan küçük renkli ışıkların netleşip bulanmasını izledi.

Tüm bunları yaparken Karantina ve grubu sahneden inmiş o gece eve birlikte dönecekleri kızları aramaya koyulmuşlardı. Bir yandan Yara'ya nasıl gideceğini düşünüyor ama biraz sonra ne düşündüğü hatırlayamıyordu. Gözlerini kapadı hesabı ödeyip yüksek tabureden aşağı zıpladı. Ayağı yine acımıştı bu sefer kanamış bile olabilirdi. Kalabalığın arasından zorla yürüyerek kapıya yöneldi. Son bir kez durup insanlara baktı. Dans edip eğlenen ve artık hiçbir şey beklemeyen insanlara... Herşey giderek dramatik bir hal alıyordu. O gece arkadaşıyla buluşmayacaktı gerçekten belki, ama en azından tanıdık birilerini görüp selamlaşmak biraz sohbet edip kendini iyi hissetmek istemişti. Ama dünya da kararını vermişti belli ki kimse onu görmemişti, öylece silinip gidecekti. 

Kapıdan çıktı hava artık o kadar soğuktu ki elleri ve dudakları morarmıştı hemen. Meydana doğru yürürken hala Yara'ya nasıl gideceğini düşünüyordu. Orası aslında eskiden Kasımpaşa olarak bilinen şimdi ise kısaca Yara denen İstanbul'un dışarı attığı herşeyin toplandığı bir yerdi. Bütün genelevler, kaçakçılar, hırsızlar, katiller oradaydı. Bir kaç kez kapısından görmüştü orayı sadece, o da sigara aldıkları Kemal öldüğünde ot bulmak içindi. Kemal asla ot içmezdi ve hiçbir uyuşturucu maddeye bağımlılığı yoktu. Birgün Yara'ya girerken büyük bir çatışmanın ortasında kalmış ve vurulmuştu. Günlerce hastanede yattıktan sonra pes edip kafatasına saplanan ve ameliyatta çıkaramadıkları mermiye yenik düşerek hayatını kaybetmişti. O gün oraya sigara bulmak için gittiklerinde sadece genelevlerin renkli ışıklarına bakıp dudak bükmüştü ve yolunun bir daha buraya düşmemesini dilemişti. Kader midir ki dönüp dolaşıp yine ölmek için Yara'ya girmeyi deniyordu.

Yara'ya dair anılarını düşünürken meydana yaklaşmıştı. Biri arkasından nefes nefese, Dur, diye bağırdı. Sesin onu çağırmadığını düşündüğü için dönüp bakmadı. Zaten çok sarhoştu birden arkasını dönse başı da döner yere düşerdi. Ses bir kez daha, Lütfen dur, dedi ve omuzundan tuttu. Kafasını çevirip baktığında gördüğü yüz Karantina'nındı. Kendini öylece dışarı atmış gibi bir havası vardı. Soğuk havaya göre ince giyinmişti ama hadi gel deyip elinden tuttuğunda elleri sıcacıktı. Arabam hemen aşağıda, koşalım, dedi. Azize Melek hala şaşkınlıkla Karantina'ya bakıyordu. Sen gerçek misin? Eğer değilsen iyice kafayı buldum ben, diyebildi. Karantina yine aynı şekilde gülümsedi. Sahnede insanlara bakarken gülümsediği gibi. O kadar içkiye karşılık böyle morarıyorsan daha yeterince içmemişsindir, diye karşılık verdi. Güzel ölüm diye düşündü, evet bu şekilde ölebilirim en azından iyi bir sevişmenin ardından kendimi denize ya da bir arabanın altına atabilirim...Ama ben koşamam ki, dedi ayaklarım, onlarda ufak bir sorun var o yüzden koşamam. Tamam, dedi Karantina. O zaman en azından elini ver, sana yardım edeyim. Tamam, dedi elini uzattı. Karantina kafasını çevirince Azize gözlerini kapatıp gülümsedi. Tarlabaşı'na doğru elele yürüdüler, dünyanın tüm kötülüklerinden uzak içlerinde kalan aşk ve mutlulukla. Azize gözü kapalı yürüyordu. Düşebilirim beni sakın bırakma, dedi. Merak etme, dedi Karantina. Bırakmam. 

Arabanın yanına vardıklarında Azize'nin dudakları iyice morarmıştı. Karantina onun sarhoş ve boş bakan gözlerini gördü. İçinden geçen binlerce histen biri herşeyin üstüne çıkmıştı.Dağılmış upuzun saçlarına, arada bir şehlaya kayan kahverengi gözlerine, eskiden muhtemelen siyah olan fakat şimdi rengi bordo gibi bir hal almış kazağına, üstüne en az iki beden büyük olan yeşil parkasına, cebinden dışarı sarkmış ve üzerinde kartanesi desenleri olan kırmızı beresine, morarmış dudaklarına, herşeye rağmen bakımlı ellerine, büyük ayakkabılarına ve daha bir çok şeyine baktı. İçini garip bir hüzün kaplamıştı. Bu kadar mutsuz görünen birini nasıl mutlu edebilirdi. Moraran dudaklarına sıcak bir öpücük kondurdu. Gözleri ileride müşteri arayan travestilere dalmış olan Azize Karantina'ya baktı, sarılmak ister gibi öne itti kendini fakat sonra başıyla 'ne bekliyorum ki?' der gibi bir hareket yaptı. Gözleri yine travestilerin bağrışmasına kaydı. Hadi gidelim artık donuyorum, dedi. Karantina kapıyı açtı, Azize içeri oturdu ve gecenin karanlığında kaybolmaya hazır iki yabancıdan biri zırhlarını giydi diğeri ise Haliç'e doğru gaza bastı. 

Alkolün etkisi yavaş yavaş geçiyordu. Bu sefer başı çok ağrımamıştı. Belki de soğuktan kaynaklanıyordu. Fakat Azize bunları düşünemeyecek kadar yorgundu. Yolculuk yaptıkları 15 dakika boyunca uyumuştu ve gözlerini açtığında tüm gün hayalini kurduğu yerdeydi. 

Yaranın girişinde yine büyük bir kavga çıkmıştı. Kavga giderek alevlenmiş hatta yetmezmiş gibi genelevlerden biri ateşe verilmişti. Ne itfaiye ne de başka bir devlet gücü buraya giremezdi. Girişte bulunan yaklaşık on tane genelevde bir çok çeşit vardı ve oranın sahipleri her zaman kendilerini devletten üstün görürlerdi. İlk genelevde kadınlar vardı, her renk ve ırktan. Hemen yanında travestilerin evi, onun yanında ibneler, yanlarında melezler ve son evde de başka galaksilerden gelen safkan varlıklar vardı. Alevlerin söndürülmesi için biraz arabada kaldılar, Yara'nın tek girişi burası olduğu için Karantina arabayı güvenli bir yere çekti. Ortalığın sakinleşmesini bekleyip oraya yürüyerek girmeye karar verdi. Azize Karantina'yı izledi arabadan inmeden. Telaşını ve heyecanını gördü. İnsan özellikleri taşıyan bir melezdi, babasını tanımayı çok istedi çünkü erkeksi tavırlarını ve bu hassasiyetini babasından almışsa onun gerçek bir beyefendi olması gerektiğini düşündü. Karantina arabanın kapısını açtı Azize'yi elinden tutup dışarı çıkardı. Yara'nın kapısına doğru yürüdüler. Kalabalık bir topluluk hala dumanı tüten genelevin önünde bağırıp ağlayan kadınlara bakıyordu. Yolun diğer tarafında, kalabalıktan uzak durarak karanlığa doğru yürüyen Karantina ve Azize birbirlerine kenetlenmişlerdi. Travesti genelevinin önünden geçerken kafasının arkasında uzun bir boynuzu olan iri yarı biri onlara doğru bağırdı. 'Hey kadın yeni misin buralarda? Bu gece seni sikmezsem bana da Kaplan demesinler.' Karantina biraz yürüdükten sonra dayanamayıp travestilerin oraya koştu. Adama birkaç yumruk savurduktan sonra üstüne atlayan diğer adamları savmaya çalıştı fakat kavga giderek büyüyordu. Azize olduğu yerde kalmış onu izleyen ve etrafını çevreleyen tinerci çocuklara dehşetle bakıyordu. Tüm bu görüntüler oradakiler için oldukça olağandı. Yangın, bir diğer kavga, bir köşede sevişenler erkekler, Azize'yi sıkıştıran çocuklar ve gece. Korku dolu gözlerinde yaşlar birikmiş, o an oradan kaçsa bu korku onu hayatı boyunca bırakmayacak gibiydi. Gözbebekleri büyümüş, soğuğa rağmen deli gibi terlemişti vemalnındaki terler kirpiklerinden aşağı damlıyordu. Karantina kavga eden kalabalığın içinde seçilmiyordu. Kim kimin tarafında belli değildi çünkü, tinerci çocuklardan biri koşarak gelmiş diğerlerine haykırarak; "Bu kız Karantina'yla girmiş buraya, çekilin ordan diyerek, Yara'nın karanlığından koşup gelen insanlara yönelmişti. Gelen insanlar Karantina'nın arkadaşlarıydı, bir insanın ya da bir melezin burada yaşıyor ve seviliyor olması tuhaftı. Oysa ki asil gibi görünüyordu. Tüm bunları düşününce Azize oradan ayrılmak istedi. Çıkışa doğru koşmaya başlamıştı ki, birbirine tıpatıp benzeyen iki kişi telaşla yanına geldiler. Azize'yi kollarından yakalayıp, bir yandan da abartılmış bir operasyon edasıyla deri montlarının altına aldılar ve karanlığa doğru koşmaya başladılar. Azize ayaklarının acısına daha fazla dayanamadı ve kendini bıraktı. O an kafasındaki tüm senaryo silinip gitmiş, sadece bir an önce ölüp gitmek istemişti. Gözlerini açtığında ikizler ve Karantina Azize'nin başında ona bakıyorlardı. Karantina'ya baktığında mum ışığına benzer bir ışıkta gözlerindeki parlaklığın gidip geldiğini gördü. Omzunda büyük bir yarık vardı. Neredeyse kahverengi olan kanı beyaz tişörtünün her yerine bulaşmıştı. İkizlerden biri elindeki telefonla durmadan bir yerleri arıyor fakat istediği kişiye bir türlü ulaşamıyordu. Diğeri ise Azize'nin bir ayaklarına bir de yüzüne bakıyordu dolu gözlerle. Karantina ne yapacağını bilemez halde ayağa kalktı. O kadar seriydi ki, banyoya koştu, suyu açtı. Azize'yi kucaklayıp banyoya götürdü ve öylece kıyafetleriyle suyun altına bıraktı. 

Azize'nin barda kanamaya başlayan ayağı Yara'daki arbede sırasında iyice açılmıştı. Ayakkabılarından dışarı taşan kanlar çoraplarıyla birlikte kuruyup ayağına yapışmıştı ve ayaklarını kıpırdattıkça ona dayanılmaz acılar veriyordu. Islanan çoraplardaki kan suya karıştı. Kıpkırmızı suyun içinde bomboş gözlerle Karantina'ya bakan Azize; "Bırak beni öleyim." dedi. Karantina suyu kapattı ve Azize'ye baktı. Ne demek istiyorsun sen, dedi. Azize vurgusuz, donuk bir sesle mırıldandı, sıcak su,,, yarayı açtı yine... ayaklarım kanıyor... bırak beni Karantina. Ne yapacağını bilemez halde etrafına bakınan adam ondan beklenmeyecek bir sinirle Azize'nin gözlerinin tam içine bakarak haykırdı; "Geneva, doktoru bulamadın mı hala?" İçerden telaşla titreyen bir ses banyoya yaklaştı; "Sende gecenin köründe benden olmayacak şeyler bekliyorsun arkadaşım, bende kendimi paralıyorum, bilmiyorum ki kaç kişiyle konuştum. Nereye kadar yani, bu kızın ayakları da... Ööfff bakılmıyor bile. Ömrümde böylesini görmedim." Azize çok utandı. Orada öylece kıyafetleriyle küvette yatarken, gözündeki siyah kalem yanaklarından aşağı süzülürken.

Banyodan yine Karantina'nın yardımıyla çıkan Azize gözlerini bile açamayacak kadar yorgun hissediyordu kendini. Kaybettiği onca kan yüzünden olduğunu düşündü. İçini kaplayan bir zehir gibiydi acısı, çocukluğu geliyordu gözünün önüne. Babasıyla birlikte küçük teraslarında beslediği fasulyelerle konuşuyordu hala. O zamanlar toprak daha verimliydi. Belki ektiğinin yarısını bile biçemiyordun ama yine de etrafta biraz yeşillik olması herkesin hoşuna gidiyordu. Azize'nin babası devlet adına çalışan bir görevliydi. Görevinin elçilik olduğunu söylerdi. İnsanların birbirine söylemeye vakti olmadığı tüm sözleri Azize'nin babası söylerdi. Uzun boylu bir adamdı Niva, daha çocukken sapsarı bir velet olduğunu anlatırdı babaannesi. Gerçi şimdi de bıyıkları sarıydı, üst dudağını tamamen kapatan gür bıyıklarıyla gülümsediğinde yüzünde güneş açardı. Annesi ise sessiz bir kadındı. İçten içe yanan bir ateş gibi dururdu. İnsanlar ondan bahsederken "yeryüzüde yaşayan kanatsız bir melek" derlerdi. Bu sözler Azize'yi çok mutlu ederdi, Bende annemin yaşına geldiğimde hakımda böyle konuşmalılar diye düşünürdü hep. Azize'nin saçları annesine benziyordu, ama daha çok gençliğine. Şekilli uzun parmakları, büyük, kahverengi fakat tüm bunlara rağmen çekik gözleri ise hala annesine benziyordu. Sade Hanım'a... Şimdi Azize'yi görenler Sade'yi görmüş gibi şaşırıyorlardı. Bu hem Azize'nin hem de Sade'nin çok hoşuna gidiyordu. 

Çocukluğuna gidip gelen Azize'nin ayaklarından hala kanlar süzülüyordu. "Bacağım uyuştu" diye mırıldandı. Eve gitmek istiyorum. Can'ı arayın, dedi. Karantina Azize'nin telefonunu buldu. "Kimi aramamı istiyorsun?" dedi. Can, dedi Azize. 

Cumartesi, Ocak 03, 2009

burayı sevdin mi?

ayaklarından hasta bir kız vardı önceleri burada oturan, birde ev arkadaşı vardı. esmerce bir çocuk... kızın adı melek'ti, uzun zaman oldu buradan taşınalı. gerçi onlarınkine taşınmak denmezdi. sanırım bir şeyden kaçıyorlardı, ama neydi bilemiyorum. ara sıra evlerine uzun boylu, sarıca bir çocuk gelirdi... o geldiğinde melek'in gözleri de gülerdi başlarda. İşte melek'le arkadaşı gidince buradan, zaten kimse de kalmadı ya binada, o çocukta gelmez oldu. sen yine de burada oturanlara bir sor. onlardan sonra on kişi daha ayrıldı buradan. topluca daha uygun bir yer mi buldular nedir anlayamadım. boşalan yerleri de melezlere verdim bende, üç tanesini sattım. gel gör ki melek'le o çocuğun evini veremedim geri gelirler diye. melek beni çok severdi, her yerde tanıdığı vardı. bazen mis gibi tatlı su getirirdi, bazen tuz ve şeker. bir keresinde peynir bile getirmişti. işte böyle; nereye gittiklerini bilmiyorum... geri gelirler mi onu da bilmiyorum, dedi, yaşlı apartman sahibi. üzerine kalın bir hayvan postu giymiş 30'lu yaşlarını sürmekte olan kadın tamamen umudunu yitirmiş görünüyordu. tamam, dedi kadın ve merdivenlere yöneldi. aşağı inip binanın kapısından çıkmak üzereyken telefonu çaldı. bir süre telefona baktı ve yüzünü buruşturdu. of anne yaa tam zamanıydı, dedi. yine de telefonu açtı.

- anne? duyuyor musun?
- kızım sen misin?
- evet anne, benim mona. alo, alo?
- kızım sesin kesiliyor şu anda.
- seni arayacağım anne, melek'i bulamadım. taşınmış evinden. anne duyuyor musun?
- ...
- hat kesildi galiba...

mona melek'i aramak için uzun bir yol almıştı. hayatı keşfedip, yalnızlığı benimsemek için bir yolculuğa çıkmıştı aslında, ama melek'in kayıp olduğu haberini aldığında rotasını istanbul'a çevirip, romanya'da katıldığı 'sonsuz hayat birliği'nden ayrılmak zorunda kalmıştı.
bir insan eğer belli bir yaşa kadar hayatında belli duygulara yer vermezse, yani mutlu olmazsa örneğin ya da sevişmezse bedensel gelişimini tamamladığı andan itibaren kemikleşen o duygu merkezleri bir daha uyarılamayacak hale geliyor. çoğu insanda bunu görürüz. mutlu olmaz, hissetmez, sürekli yalnız olduğunu düşünür... çünkü o kadar uzun süre mutsuz, hissiz ve yalnız kalmıştır ki... kimisi böyle olmayı seçmiştir, kimisi denemiş ama başaramamıştır. asıl kaybedenler ise pişman olanlardır, artık bir şeyi asla eski haline getiremeyeceğimizi anladığımızda, yaptığımız 'aslında' planları bu insanların yaşam tarzı haline gelmiştir.


mona melek'i asla bulamayacağını düşündü. belki soğuktan donarak ölmüştür ya da aç kalmıştır ya da canına kıymıştır gibi bir sürü felaket senaryosu üretti kafasında. üç sene önce istanbul'a geldiğinde melek'i aramak hiç aklına gelmemişti. ondan sadece dört yaş büyük olan kız kardeşini... altı ay boyunca bu şehirde kalmış, bir sürü insanla tanışmış, kişisel gelişim ve entelektüellik vaad eden bir sürü birliğe katılmış ama asla kardeşine gelip eski anılardan çocukluğundan bahsetmeyi düşünmemişti.

belki de onu artık duymak istememesinden korkuyordu. mona bir süre önce ses tellerini kaybetmiş ve kara borsa organ pazarından 'uzun süredir aradığı' 20 yaşında bir kıza ait ses telleri küçük bir operasyonla ona nakledilmişti. mona her zaman melek'in onu yaptığı şeylere tepkili olacağını düşünüyordu aslında. bir sevgili olsa, mars'a gitmek istese, bir melezle ya da andromeda'dan gelen bir yaratıkla evlenmek istese melek'in buna ölümüne kızacağını düşünüyordu. aslında öyle olmadığını anladığında ise bağları çoktan kopmuş, yerine yeni ses telleri melek'in ayağındaki solungaçlara bağlanmıştı. biri yürümekten yorulmuş ama koşmayı arzularken diğeri de avazı çıktığı kadar bağırıp şarkı söylemek istiyordu...